Virginia Woolf Monk's House

Yazar ve Evi I: Virginia Woolf’u Monk’s House ile Anlamak

Evi, bir yazarı daha çok içselleştirmek istediğimizde — zira tutkulu okur yazarla ilişkisini çoğu zaman onun metinleriyle sınırlamak istemez — önümüzde sürprizli bir kutu gibi açılır. Hele ki o ev iki yazarın ofisi, atölyesi; yani üretim alanı ise bize yazarın hem kişiliği hem metinleriyle ilgili bir dolu ipucu verebilir. Öte yandan yazarlara atfedilmiş mekânları; şehirleri, binaları ziyaret etmek, onu nasıl okuduğunuzu da etkileyebilir. Çukurova coğrafyasını gördüğümüzde Yaşar Kemal metinlerinin daha iyi kavrayabileceğimiz gibi; Tanpınar okuduktan sonra Istanbul’u başka türlü yaşayabiliriz. Kent ve taşra kültürü, mekânsal deneyim ve hafıza yazarı etkileyen ögeler olarak karşımıza çıkarken, şehirler ve mekânlar bu yolla yazarla özdeşleşebilir. Rasmussen “Yaşanan Mimari” (Experiencing Architecture) isimli kitabında, uçaktan bakıldığında en yüksek gökdelenin bile bir heykel formunda olduğunu; uçak alçaldığında ise yapının karakter değiştirerek insanlar için üretilmiş alanlara dönüştüğünü, buradan hareketle de mimarinin salt dışarıdan bakılmak için değil, aynı zamanda içinde yaşamak için oluşturulduğunu söylüyor. (s.12) Mevzubahis bir yazarı yaşadığı alan üzerinden anlamak olduğu için biz de çoğunluğun mimariyi algılamasındaki dış cephe olgusunun baskınlığından farklı olarak Monk’s House’un içine, dış cephenin ardına onu farklı okuyabilmek adına bakacağız.

1. Yazar – Mekân İlişkisine Bir Bakış ve Monk’s House

Monk’s House Virginia’nın “Herkesin herkesi ve herkes hakkında her şeyi bildiği yer” olarak tanımladığı, Londra’nın Kensington semtindeki Hyde Park Gate 22 numaralı aile evinden sonra yaşadığı altıncı ve son ev. Bu evi satın almadan önce yine bu bölgede, Beggingham yakınlarındaki Asheham House’da kalıyorlar. Kızkardeşi Vanessa ve eşi Duncan Bell birkaç mil uzaklıktaki Charleston Çiftlikevi’ne yerleştiğinde ise Doğu Sussex bölgesini daha çok sevmeye başlıyorlar. 1918’de Asheham’dan çıkmaları istenince bu bölgede yeni bir ev arayışına giriyorlar ve yaptıkları yürüyüşler esnasında dikkatlerini çeken Monk’s House’u açık artırmada yedi yüz Sterlin karşılığında satın alıp, 1919 yılının 1 Eylül’ünde taşınıyorlar. Burada, Lewes kasabasına üç mil uzaklıktaki Rodmell Köyü’nde yerel insanlar için “ünlü yazar”, Londralı tanışları içinse “taşralı kadın” olan Woolf ilk başlarda yalnızca hafta sonlarını, tatilleri ve yaz aylarını bu evde geçirse de,1939 itibarıyla Dünya Savaşı sebebiyle Londra Meclenburgh Meydanı’ndaki evlerinin 1940’ta bombalanmasının ardından burayı daimi mesken ediniyorlar. Başlarda okuyup yazabilecekleri, bahçecilik ve uzun yürüyüşler yapabilecekleri bir sayfiye evi olarak düşünseler de evi öyle benimsiyorlar ki Virginia bir arkadaşına yazdığı mektupta Monk’s House’un sonsuza dek onların adresi olacağını, öyle ki mezar taşlarının yerini bile belirlediklerini yazıyor. Depresyonunun temelindeki şeylerden birinin ev değişiklikleri olduğunu düşündüğümüzde, ömrünün geri kalanını bir tek evde geçirecek olma fikri ona zihinsel bir rahatlama sağlamış olmalı.

Virginia Woolf uzmanı Theodore Koulouris, Virginia için Sussex’i “tam olarak olmak istediği yer” diye tanımlıyor. Virginia evi ilk gördüğünde mutfağını, banyosunu beğenmediği ve odalarını küçük bulduğu halde özellikle bahçedeki meyve-sebze bolluğundan etkilenerek Leonard’a evin onların olması gerektiğini söylemiş. Depresyonunu tetikleyen şeylerden biri aşırı sosyalleşme iken, Londra’daki sosyal çevreden uzaklaşarak taşrada dinlenmek ona iyi geliyor olmalı ki, 2 Ağustos 1924’te günlüğüne şöyle yazıyor: “Taşra bir manastır gibi. Ruh, yüze yüze yüzeye çıkıyor.” Hayatını yazınsal üretime adamış bir kadının bu noktada hem Monk’s House hem de taşra ile bir mekân kendilemesi (bağlılık hissetme) kurduğu aşikâr. Göregenli (2010, ss. 124-125) insan-mekân ilişkileri için “…mekânlara sahip olamayız; fakat onlara kendimizden pek çok şey katabiliriz… kendiliğimizi, kimliğimizi onlarla tanımlarız” diyerek “kendileme” sürecine dikkat çeker. (Demir, s.200) Psikolojik yaklaşımlar mekânı kimliğin oluşumunda bir veri olarak kabul edip, sosyokültürel yapıyı vurgulamaktadır. Mekânı mimari tanımıyla; yani yalnızca “fiziki olarak bulunulan yer” olarak değil de felsefi yorumuyla ele aldığımızda, hem özel hem de yazınsal yaşamı yaşanılan yer üzerinden anlamaya daha çok yaklaşabiliriz. Klasik toplumlarda insanın mekânı; modern toplumlarda mekânın insanı şekillendirdiği savından hareketle mekânın yazını da etkileyebileceğini; “Orlando”dan alıntıyla: “… bir yazarın ruhunun tüm gizleri, yaşamının bütün deneyimleri, zihninin bütün özellikleri eserlerinde koca koca harflerle yazılıdır.” (s.156) diyen Virginia Woolf’un yaşadığı mekânların izdüşümlerini eserlerinde bulduğumuzu ileri sürebiliriz.

Monk’s House iki entelektüelin yalnızca yaşam değil üretim mekânı olması bağlamında önemli. Bir yazar için evler, kafeler, trenler, otel odaları, hapishaneler, hastahaneler her ne kadar yazınsal üretimlerini gerçekleştirdikleri alanlar olarak karşımıza çıksa da, Virginia Woolf’un ev odaklı bir yaşam sürdürdüğünü ve üretimin esas alanı olarak evini belirlediğini biliyoruz. Conrad, Woolf’un yaşamı boyunca bulunduğu mekânlar ile çalışmalarının ve ilişkilerinin bağlantısını değerlendirdiği çalışmasında Monk’s House’u, üretim alanı olması hasebiyle yazarın profesyonel evlerinden biri olarak sınıflandırıyor. Özcan ise çalışmasında Woolf’un yaşadığı mekânla kurduğu ilişkiyi yazınsal hayatına geçirmesi noktasında önemli bir bulguya ulaşıyor: Birtakım mekânsal özelliklerinin benzerliği temelinde Woolf’un son romanı Perde Arası’nda (Between the Acts), romanın geçtiği Pointz Hall’un Monk’s House’un bir yansıması olduğunu ileri sürüyor: Woolf Pointz Hall’u yaratırken içinde yaşamını sürdürdüğü Monk’s House’un birden fazla detayını kullanmıştır; her iki ev de on sekizinci yüzyıla tarihlenir, her ikisinin de kilisenin yanında konumlanmış oldukça büyük bahçeleri vardır ve her ikisi de sonraki sahipleri tarafından —Woolflar ve Oliverlar— yeniden dekore edilir. (s.16)

Rodmell köyü ve civarını Virginia’nın neden bu kadar sevdiğini anlamak gayesiyle dolaştığımda, zaman içinde farklı bir uzamda olma hissi duyuyorum. Günlük yürüyüşlerini yaptığı Ouse Nehri’ne doğru ilerleyen patikada onun ayak izlerini takip ettiğimde, saman balyalarından, elektrik direklerinden, birkaç çiftlik atından başka hiçbir şey görmüyorum. Üstelik hiçbir ses işitmiyorum. Tüm bu soyutlanma hissine karşılık Virginia’nın yaşamla bağını kopardığı bu patikanın, evi yaşama bağlayan bir damar gibi Ouse Nehri’ne uzandığını düşünüyorum. Zihinsel odaklanma için kesinlikle ideal bir coğrafya olduğunu idrak ettiğimde yazarın bu bölgeye olan sevgisi daha anlaşılır oluyor benim için. O da günlüğünde bunu şöyle ifade ediyor: “Ne kadar mutluyum: ne kadar sakin; şu anda hayat burada L. ile ne kadar hoş, kendi düzeni içinde, bahçede, geceleyin odamda, müzikle, yürüyüşlerimle, kolayca ve merakla.”

2. Odalar: Hatırlamanın Nesneleri ile Kuşatılmak

Eve taşınmalarının ardında Virginia, kız kardeşi Vanessa’nın da yardımıyla evi dekore etmeye başlıyor; konforlu ve aynı zamanda göze hitap eden bir yer olmasını istemesinden hareketle Virginia için evin, salt barınma ihtiyacını karşıladığı bir yerden ötede durduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki evde halihazırda bulunan ve açık artırmaya çıkan bazı eşyaları, evle aralarında tarihsel bir bağ kuracakları inancıyla satın alıyorlar. Bir yandan evi dekore ederken bir yandan birçok sorunla karşılaşıyorlar: Mutfağı su basması, geceleri yatak odasında dolaşan fareler, kışın buza kesen odalar. Dahası, Virginia’nın “romantik bir daire” diyerek tiye aldığı evin dışındaki tuvalet. Çok sonraları, 1927’de Vita Sackville-West’e, biri Mrs. Dalloway’den biri Bir Okur Olarak’dan (The Common Reader) elde ettiği kazançla finanse ettikleri iki tuvalet yaptırabildiklerini yazıyor. Bunu müteakip 1931’de eve elektrik bağlanıyor; 1932’de telefon hattı, 1934’te ise su. 

Virginia’nın kişisel tutkularından biri kadınsal işgücünü ve üretimini desteklemek. Bunun bir örneğini kız kardeşinin sanatsal üretimine verdiği destekte görüyoruz. Vanessa’nın resimlerinin istikrarlı bir koleksiyoneri olmasının yanı sıra, sergilerinin tanıtım yazılarını da yazıyor. Sanat merakı ise hususi resim seyahatlerine çıkacak kadar yoğun. Eve girer girmez bizi karşılayan alan olan yemek odasındakiler gibi evdeki diğer tüm tablolarda görülen kişi ve yerler, çift tarafından sevilen kişi ve yerlermiş. Yani alelade değil, bir evi bütünleyecek biçimde, anlam ifade eden parçalar seçilmiş: Bloomsbury sanatçıları Roger Fry, Frederick Porter, Angelica Garnetti, Vannessa&Duncan Bell; çocukları Quentin Bell. Şömine üzerindeki tablonun evin 19. Yüzyıldaki sahipleri olan Glazebrook ailesini gösterdiği — ev Woolflardan önce ve 18. yüzyıldan itibaren sırasıyla Clears, Glazebrook ve Verrall olmak üzere üç farklı aileye ev sahipliği yapmış — tahmin ediliyor. Virginia Woolf’un fotoğrafının çekilmesinden ve resminin yapılmasından hoşlanmadığı biliniyor; öyle ki genellikle doğrudan merceğe baktığı fotoğrafları azdır. Bu odadaki, Asheham House’da Vanessa tarafından yapıldığı tahmin edilen portresi ise bilinen ilk resmi. Tamamlanmamış bir başka resimde yüz çizgileri belli değilse de oturuşuyla ve etrafında birçok kitabın bulunmasıyla o olduğu çıkarımı yapılan Virginia, Tavistock Meydanı’ndaki ev içinde resmedilmiş. Çiftin evcil hayvanlarıyla olan ilişkisi de tablolarda karşımıza çıkıyor: Köpekleri Sally, Nigg, Bell ve kedileri Sappho’nun portreleri evin çeşitli odalarına dağılmış durumda. Yemek odasında göze çarpan diğer tablo ise V. Bell’in oğlu, V.W. Biyografisinin yazarı Quentin Bell’in portresi. Q.Bell’in oturma odasında da annesi tarafından yapılmış bir portresi mevcut. Yemek odasının yanında bulunan mutfaktaki camlı dolapta sergilenen fincan ve tabaklar Bloomsbury sanatçıları tarafından yapılmış. Görünen lacivert yemek tabağının Virginia’ya ait olduğunu söylüyor müze görevlisi. Virginia’nın mutfakla ilişkisi ekmek ve reçel yapmak, kek pişirmekle sınırlı olsa da, bu sınırlı faaliyeti dahi onu yazı yazmaktan alıkoyan işler olarak görüyor.

Oturma odasına girdiğimde beni kendisine doğru çeken yazı bürosu tahmin edildiği üzere Virginia’ya değil Leonard’a ait. Bu oda içindeki eşyalarla birlikte daha yaşamsal bir alan izlenimi veriyor; nitekim benim de burada içimi yalın bir mutluluk sarıyor. Bu hissimde Virginia’nın favori rengi olan nane yeşiline boyanmış duvarların da etkisi olabilir: Renklerin işlevi de ifade eden bir sembol olduğunu düşündüğümüzde, insanda dinlendirici etki yapan bu rengin hususi seçildiğini düşünüyorum. Belki de Virginia tüm gün süren yorucu yazı çalışmalarının ardından müzik dinleyerek günü bitirdiği; yemek yemek, dinlenmek, okumak, yazmak için hem çağdaş hem klasik mobilyalarla çeşitli köşelerin oluşturulduğu bu odada huzurlu hissetmek istiyordu. Bloomsbury grubunun eli bu odada da hemen her şeye değmiş görünüyor: Büyük yemek masasının etrafındaki sandalyelerin arkalarında yer alan “VW” monografı, yemek odasındaki masa, Virginia’nın yatak odasındaki şömine de dahil, evde pek çok yerde el işlerine rastladığımız üzere Vanessa Bell tarafından yapılmış. Ortadaki kahve sehpası ise Duncan Grant tarafından çinilerle yapılmış. Kitaplar da tablolar gibi evin dört yanına dağılmış durumda; kitaplıklarda, masalarda, sehpalarda, hatta merdivenlerde. Ne yazık ki Leonard Woolf öldükten sonra tüm kitaplar satılmış. Hogarth Press külliyatını da içeren bu altı bin kitaplık kütüphane şimdi Washington Eyalet Üniversitesinde. İçinde yaşarlarken şimdi olduğu gibi düzenli olmayan evin dört yana dağılmış gazeteler, dergiler, kitaplarla istila edilmiş olduğunu hayal etmek güç değil ve farklı olması da sanırım beklenemez. Leonard’ın tabiriyle “karmakarışık bir ev”.

Virginia’nın yatak odası evin ana girişinden bağımsız, direkt bahçeden girişi olan; bunun da ona arzu ettiği izole ortamı sağladığı bir alan. Bu bağımsız giriş bende şöyle bir algı yaratıyor: Evcil hayvanları saymazsak iki kişilik bir ailenin yaşadığı bu evde, ev içinde ev var ve bu Virginia’ya ait. Çiftin her zaman ayrı odalarda uyuduğu; ilişkilerinin evliliklerinin başından beri seksüel temastan neredeyse tamamen azade bir yoldaşlık olduğu Virginia hakkında yazılan kitaplarda da tekrarlanagelmiştir. Müze görevlisinin “bir tür sponsorluk” olarak tabir ettiği bu ilişkinin evdeki yansıması olarak okuyabileceğimiz bu bölünmüşlüğün çıkış noktası ise Virginia’nın yazı hayatını kolaylaştırmak. Böylesi yoğun entelektüel yaşamlar için belki de kaçınılmaz olan bu bölünmüşlüğü Conrad gelenek dışı evliliklerinin olduğu kadar, sosyal ve politik düşüncelerinin bir yansıması olarak da değerlendiriyor (s.63) ve bu sıra dışı evlilikte maddi olarak birbirlerinden bağımsız olmalarının da etkili olduğunu düşünüyor. (s.67) Tüm bunlar düşünüldüğünde ev İngiliz toplumunun ataerkil eviçi düzenlemesine de bir başkaldırı ve bu yüzden değişmekte olan bir dünyanın ilk sembollerinden biri. 

Virginia’nın “havadar”, Leonard Woolf’un ise; “Yalnızca dağınık değil, aynı zamanda pis.” diye tarif ettiği yatak odası, gün ışığını iki cepheden alan ferah bir oda. Yazarın tek kişilik yatağının baş ucundaki sehpadaki kalem ve kağıtlar ile — L. Everett bu kağıtların odayı yığınlarla doldurduğunu söylüyor; sandalyelerde, masalarda, hatta yerlerde — üç adet kitaplık göze çarpıyor. Buradaki en değerli eşya ise şüphesiz içindeki otuz dokuz adet Arden edisyonu Shakespeare sebebiyle berjerin yanındaki ince, dört raflı kitaplık. Günlüğüne “Biraz Shakespeare okuyup kasları rahatlatmak lazım.” (D.Jones s.243) diye yazacak kadar düzenli bir Shakespeare okuyucusu olan Virginia 1936’da kitapları kendisi ciltlemiş. Görevli, Virginia’nın kitap ciltleme işini bir tür terapi olarak gördüğünü ve bilhassa hayatı boyunca çektiği baş ağrıları için tedavi olarak uyguladığını söylüyor. Bu kitaplar önce satın alınsa da tekrardan Monk’s House’a bağışlanmış. Odada beni gördüğümde çarpan şey ise şömineye yaslanmış baston; aklımda intihar ettiği gün Leonard’ın Virginia’nın bastonunu nehrin yakınlarında bulması imgesi beliriyor. Buradaki kopya imiş, orijinalin ise nerede olduğunu bilmiyorlar.

Evin bahçesi bölümlere ayrılmış çok büyük bir alan: 1933’de Toskana’ya yaptıkları bir geziden esinlenerek oluşturdukları, heykellerle süslenmiş İtalyan bahçesi; hâlâ ürün yetiştirilmeye devam edilen ve ürünlerin müze mağazasından bağış karşılığı alınabildiği sebze bostanı; sera, oyun sahası… Tüketilmeyen sebze-meyveyi Lewes Kadınlar Enstitüsü’nde satıyorlar ya da dostlarına armağan ediyorlarmış. Bahçe Leonard’ın tutkusu iken, Virginia’nın bahçe ile ilişkisi Leonard’ın yardımcılığını yapmak düzeyinde; yabani ot ayıklamak, meyve toplamak, ölü çiçekleri temizlemek… Yazıya bu denli tutkun bir yazar için muhtemelen bahçe de mutfak gibi: Zaman kaybı. Bahçe ile ilgili detaylar ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar çok; benim gözlemim şimdinin popüler “organik yaşam”ını o günlerde kurdukları; kendi meyve, sebze ve ballarını ürettikleri, hayvanlarıyla birlikte yeşillik içerisinde, büyük şehrin kargaşasından uzakta arınmış bir yaşam. İki yazarın da mezarlarının burada olması sebebiyle bu gezi ister istemez bir mezar ziyareti de oluyor. Küllerinin gömülü olduğu iki karaağaçtan birinin dibinde, üzerinde Dalgalar (The Waves) romanından “Kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin ve boyun eğmeden, ey ölüm!” alıntısının yazılı olduğu mezar taşı ve her ikisinin büstü yer alıyor.

Yazının ikinci bölümü için tıklayın.

 

Fotoğraflar telif hakkına tabidir. © Ece Citelbeg