Çoktan Unutulmuş Bir Şarkı: Son Istanbul
Son Istanbul, Murathan Mungan’ın ilk defa 1985’te Uçurum Yayıncılık tarafından, sonraki yıllarda Remzi Kitabevi ve 1993’ten beri Metis Yayınları tarafından yayınlanan, “Dört Kişilik Bahçe” ve “ÇC” isimli iki öyküden oluşan kitabı. “Dört Kişilik Bahçe” üç, “ÇC” ise dört ayrı bölümden oluşuyor. Bölümlerin her birinde karakterlerden birinin ya da birkaçının ayrıntısıyla karşılaşıyoruz. Kapak resmi ressam İsmet Doğan tarafından kitap için özel olarak yapılan Son Istanbul aynı zamanda bir ilk kitap; yazarın ilk öykü kitabı.
Dört Kişilik Bahçe
Mungan’ın master tezi olarak “Aynı Malzemenin Üç Ayrı Türde Yazılması ve Yazarlık Sorunları Açısından İncelenmesi” adıyla uzun hikâye, senaryo (2010 senesinde Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi) ve radyo oyunu olarak yazdığı “Dört Kişilik Bahçe”, parçalanmış bir ailenin etrafında Osmanlı Istanbul’unun son sakinlerinin dünyayı, bu dünyadaki değişimi anlama çabası etrafında şekilleniyor. Öykünün başkahramanı diyebileceğimiz Fatma Aliye işportacıların bağırışlarını onursuzluk olarak nitelendirirken, nezaket üzerine kurulmuş hayat anlayışı sebebiyle bu yüzyılın gürültüsününü kanıksayamıyor, bu bağırışları anlamlandıramıyor, ve hatta dış dünyadan korkuyor. Otobüs durağında birbirlerini itip kakan insanların arasına karışmamak, onlardan biri olmamak için kalabalığın dağılmasını bekliyor. Fatma Aliye, iki kardeşinin evi terk etmesinin ardından, annesi ve dedesiyle bir anılar, bekleyişler ve yitirişler cehenneminde yaşarken, bir yandan da dış çevrenin bu hoyratlığıyla boğuşuyor. Bir yaşam kültürünün yitirilişini üzülerek okuyoruz Dört Kişilik Bahçe’de.
Öykünün “annesi” Afife Reşat Hanım da “Nasıl budalalaşıyoruz günden güne…” (s.30) diye hayıflanırken, yeni bir çağı anlamamanın kederini rakıyla, hicranlı şarkılarla hafifletmeye çalışıyor. Konağın bir bir iptal edilen borularında somut tezahürünü gördüğü, yaşamlarından bir bir eksilen şeylerle, bu yeni çağın “yok et ve yenisini yap” düsturu bir anda yüzüne çarpıyor. “Son Istanbul”un bir başka sakini olan Saffet Hamdi Bey’in sözlerinde, yazar belki kendi düşüncesi, belki o dönem insanının ortak inancı olduğuna inanarak bir kehanette bulunuyor: “Hoyratlığın darbelerine bu insanlar çok dayanamayacaklardır gör bak. Osmanlı intikamını bir gün mutlaka alacaktır bu milletten…” (s.19)
Öykü ikinci bölümde iki kardeşin yüzleşmesiyle çözülüyor ve bu vesileyle diğer kahramanlarımız olan Madam Ester, Server Paşa ve Talia’nın yaşamlarının içinde geziniyoruz. Çehresi değişen bir kentte alışkanlıkları, inançları değişen bir toplumun içerisinde incelikli şeylere duyarlığı azalan yeni zaman insanlarıyla bir arada yorucu bir yaşamada olan Fatma Aliye ile değişime ayak uydurmaya gayret eden, başarısız bir evlilikten sonra eve dönen Talia’nın yüzleşmesi. Fatma Aliye; “…her şey böyle acımasızca mı değişmeli? Böylesine akıl dışı mı? Dünya değişecek diye her şey ama her şey feda edilmeli mi? Eski güzelliklerden hiçbir şey yaşatılmamalı mı?” (s.64) diye isyan ederken, okura bu yüzleşme vasıtasıyla ikisinin kıyaslamasını yapmak düşüyor; tekin bir hayat mı cesur bir hayat mı evladır? Bunun cevabını ise Talia veriyor: “Ben yaşadım abla. Hayatı tanıdım. Az şey mi bu?” (s.68). Sonraki sayfalarda yaşanan anne-kız yüzleşmesinde ise bir kadının evliliği evden kaçmak, aileden intikam almak için kullanmış olmasını görüyoruz. Anne ile çocuk, genellersek iki insan arasındaki dile gelmemiş fakat hissî olarak anlaşılagelmiş düşüncelerin bu iki insanı birbirini çok iyi tanır hale getirdiğini anlıyoruz.
Yazar bu eski zaman masalını bir konağın bahçesinde yaşananların hatırasıyla bitiriyor: “Bu bahçelerin saygılı bir gürültüsü, yaşama coşkusu, sevinci vardı. Her şey bir ölçüyü taşırdı, bir inceliği, bir kültürün izlerini…” (s.54-55) Ailenin maddî manevi yitirişleri öyle çok ki, her yitiriş hikâyesi gibi “Dört Kişilik Bahçe” de acıklı bir hikâye.
ÇC
Eşcinsel bir topluluğun bireylerinin benlikleriyle, birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerinin temele oturtulduğu kitabın ikinci öyküsü ÇC’de ana mekân bir hamam. Hikâyenin ilk bölümü Sınır İkliminde’de ise her şeyin sınırında olan bir karakterin ruh durumu karakterin kendi ağzından anlatılıyor. Yaşamın dayattığı, mümkün yahut yasak kıldığı her şeyden usanmış, bu usanmışlıkla tüm iyilerin ve kötülerin sınırında yaşayan Suat Bey’in öyküsü. Farkında ve bu yüzden çoktan sonlanmış bir yaşam. Fakat bu bitik yaşam özdirencini de kendi kendine sağlıyor, pek çoğumuz gibi bir mekânla; ÇC öyküsünün ana mekânı olan hamamda: “herkesin sığındığı bir ada var. Bir yaşama direnci, yerüstünden artırdığımız bir yeraltı.” (s.113) Fakat sonrasında kendini özgür hissettiğini, evinde hissettiğini düşündüğü bu mekânın kendi hapishanesi olduğu ayrımına varıyor. “Cinnet dolaylarında kırgınlıklar” yaşayan Suat Bey, insanlar tarafından dışlanıp yalnızlığa itilmesinin onu dünyaya karşı hırçınlaştırdığını ileri sürüyor. Bu bakımdan Sınır İkliminde, yalnızlığı bir tercih değil de mecburiyet olarak yaşayan insanların öyküsü. Suat Bey de kendisiyle ve insanlarla hesaplaşmasını -en azından düşüncelerinde- bitirememiş bir insan ve düşünceler deryasında boğulan her insan gibi “Düşünmek istemiyorum artık.” diye feryat ediyor. Yeşilçam’ın seslendirme sanatçısı ve oyuncu Suat Bey, düşünceleri aracılığıyla ikiyüzlü entelektüel sınıfa da oklarını fırlatıyor. Sınır İklimi, bir iç konuşmalar cehennemi. Bastırılmış cinsel kimliği, gizli kapaklı yaşanan cinselliği ve hatta cinselliğin kendisini insanın üzerindeki lanetmişçesine anlatıyor.
Öykünün ikinci bölümü “İlk Yangından” daha ilk paragrafta eski Istanbul özlemine dair bir hikâye olduğunu belli ediyor. Öyle ki bu bölümün yalnız ilk paragrafı dahi bir öykü olarak nitelendirilebilir. “Beyoğlu artık Istanbul değil, Istanbul arka sokaklara kaçıştı.” Bu cümle ise Mungan’ın nasıl iyi bir Istanbul gözlemcisi olduğunu anlatıyor bize. Öykünün kahramanı, yazarın tabiriyle “hâlâ, her şeye rağmen insanları sevmeye devam eden, ‘sevgi umarsızı’ Eşber. Bu defa hamamdan ziyade Galatasaray’dayız, Pera’da, Beyoğlu’nun sokaklarında. “Birbirini şapka çıkararak muhabbetle selamlayan insanların inceliklerinin sindiği” sokaklarında Beyoğlu’nun eşsiz binalarını seyrediyoruz. Yazar sokakların dilini çözmüş, adeta onların dili olmuş, hikâyelerini anlatıyor.
Bir çocuğun büyüdüğü ev ile bağını, babası ile olan ilişkisi ve onunla arasında geçen bir olay etrafında anlatıyor. Babası evleri yanarken onu yanına almadan evden çıkıyor ve Eşber o gün “büyüyor”. Bir çocuk muhakkak ki yakın çevresiyle arasında geçen bir hadiseyle büyürken, hayata kırıldığı noktanın zemininde her zaman bir aşk ilişkisi mi oluyor? Yazar bunu soruyor. Bunu sorarken anlatıcının cümleleriyle kahramanın düşünceleri öylesine doğal iç içe geçiyor ki, bu durum öyküyü akıcı kılıyor.
Öykünün üçüncü bölümü “Denize Bakan Ağaç”ta ilk öykünün ana kahramanı Suat Bey ile yeniden rastlaşıyoruz. ÇC’deki öykülerde kahramanlar birbiri ardına eklenerek geliyor ve son öyküde iyice belirginleşmiş bir topluluğu oluşturuyor diyebiliriz. Örneğin ilk öyküden beri bizimle olan Madam’ı, burada iyiden iyiye tanıyoruz. Hikâye Beyoğlu’nda; elbette 6-7 Eylül olaylarının gölgesi altında süren azınlık (azalmış) yaşamlara da göz kırpıyoruz. Oğlunun göçüyle bir başına kalan Madam, kadim halkının göçüyle eksilen, eskiye benzemeyen bir semt, Pera.
Son bölüme, “Lahur Nevâhisinde Bir Mahal”e geldiğimizde anlıyoruz ki yazar her zamanki titizliğiyle üç kat (öykü) çıkıp son öyküyle çatıyı tamamlıyor. Bu bölümde sıkça geçen “seks yapmak” tabirinin bir anlam yaratma istediğinden kaynaklanan bilinçli bir tercih olduğunu hissettiriyor. Her toplulukta olduğu gibi, -üstelik bu topluluk toplumun genelince kabul görmemiş bir kesimi de olsa- bu hamam dostları arasında da (ezilenlerin içindeki ezilenler) bir hiyerarşi söz konusu. Yazar bu durumu şöyle açıklıyor: “… ezilenlerin de bir araya geldiği bir yerde, gene de ezilecek, dışta tutulacak birileri hep olacaktır, bir azınlık yaratılacaktır.” (s.189) Bu analiz, bu öyküler bütünlemesinden bir başka çıkarım. Öykünün bir şiddet eylemiyle neticelenmesi ise deliliğin (düşünceden delirmenin) hazin sonu.
***
Son Istanbul, yazarın zengin alegori dünyasını ve şair yanını da yansıtan bir kitap: “Bir broşla bir anıyı göğsünde taşıyor.” , “Annesi adına hiçbir şey söyleyememenin üvey bilgisi…”, “…Resimden en uzun gülümsüyor.”, “Suskun, genzini rakıyla dağlıyor yalnızca.”
Yazarın kendine münhasır üslubu, sıkı okurlarının aşina olduğu parantez içileri, tireleri, küçük harfle başlayan cümleleri, nesrin şiire karıştığı, zaman zaman birbirinden ayırt edilemez hale geldiği, okuyucuya büyük keyif veren edebiyat incelikleri. Bir durumu uzun uzadıya anlattığı durumları Bülent Usta, Notos’un altmış üçüncü sayısındaki Murathan Mungan dosyasında “ustaca kurgulanan, ikna edici, hiçbir boşluk bırakmamaya özen gösteren” açıklamalar olarak tabir eder. (s.26) Bu uzun açıklamalar asla okuru sıkmayan, aksine ilgisini canlı tutar nitelikte.
Tarihi somutluklarıyla anlatmak yazarın entelektüel bilgisi ve bakan gözünün bilgeliği: “…ağır mermerlerin, oyma tahtaların, kristal aynaların, karpuz lambaların, opal yemek takımlarının…”, “Eski, taş, iki kanatlı kapılar. (İnce, uzun, tokmakları seramik, pencereleri buzlu cam, ya da işli tahta…)”. (s.138) Şiirlerinde de sık sık karşımıza çıktığı üzere Mungan, eşya ile ilişkisini kutsallaştırmış yazarlardan: “‘Bırakın kalsın, eşyanın da bizde hakkı vardır.’” (s.138)
***
Yazarın diğer öykü kitaplarını okumuş olanlar için Son Istanbul’un, Kırk Oda’daki anlatıma yakın bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Murathan Mungan, Son Istanbul’u okuduktan sonra da hâlâ benim Türkçede en sevdiğim öykü yazarı. Felsefenin, insan ve toplum psikolojisinin sularında seyreden bir kitap Son Istanbul, yazarın her kitabı gibi. Zaten bütün bunlardan uzak (iyi) edebiyat mümkün olabilir mi?
Şüphesiz Istanbul hiçbir vakit tükenmeyecek, fakat bu şehirde bazı şeylerin artık sona erdiği bir gerçek. Son Istanbul adından menkul, kentin hafızasından silinen, silinmeye yüz tutan şeyleri anımsatan, nostaljinin ruhu seyreltmeye meyyal tutumundan uzak, bambaşka bir Istanbul kitabı. Çoktan unutulmuş bir şarkıyı hatırlamak için okunmalı.
Yazı ayrıca oggito.com‘da yayınlanmıştır.